“Kalu Bela” sırrında uğulduyordu ruhlar. Çizgilerimizi netleştiriyordu Allah. Hışırtılarını duyuyordum aşkımızı alnımıza kazıyan kader kaleminin. Hiç bilinmeyecek bir dil, hiç yazılmayacak bir yazı, hiç okunmayacak bir lisan öğreniyordu ruhlarımız. Melekler siluetini çiziyordu berzah aynasının maverasına. Gül çehrenin güneş tarafına değince bakışlarım, alev alev bir deniz patlamasının ışık fırtınaları altında binlerce yıl baygın kaldım ayak ucunda.
Yüzlerce büyücünün toplanarak yaptığı bir büyü gibiydi güzelliğin sevgilim. Rüyaları andırıyordu gülüşün. İrem bağları zekâtının eseri, ölümlüler bakışlarının esiriydi senin. Korkum, kader kalemine değseydi gözlerin levhi paramparça ederdi.
Ben seni, yer yokken, gök yokken, denizler yokluğun zincirleri arasında kıvranıyorken sevmiştim. Ayın on dördünü andıran yüzünü yüzümün ırmaklarına döküyordum durmadan. Durmadan gözlerin bakmaya kıyamadığı elif bedeninin mavi bir denize doğuşuna şahitlik ediyordu gözlerim.
Tam yedi bin yıl tarihin gel-gitleri arasında seni bekledim sevgilim. Bendim bir kuşaktan diğer kuşağa doğan yedi uyurların yedinci kişisi, seni üç yüz dokuz yıl sonra bulmaya uzanmıştım. Seni Nuh’un gemisinde aradım. Ateşlere düştüğümde İbrahim’le gözlerin için yandım. Seni sordum kuyulara Yusuf’la. Seni bekledim Züleyha’yla Mısır’da. Hacer’in yollara döktüğü gözler benimdi. Benimdi Yakup’un gözyaşları sevgilim. İdris’le cennetlere inen de bendim, İsa ile göklere çıkan da ben.
Ey ak kanatlarıyla beni sarmalayan masum düş! Ey ölümlere meydan okuyan güzellik şahikası son gülüş! Ey sevda kitabının hiç yazılmamış harfsiz hecesi, sayfa sayfa büyüyüş!
Meğer ayrılık bizim alnımıza yazılmış hükümlü bir mahkûmmuş bezm-i elest’te. Azad kabul etmeyen bir kölelikle ellerim prangalı, kapının eşiğinde adını sayıklıyorum ben şimdi. Senin gözlerin olmadan nasıl nefesleneyim sevdiğim? Nasıl ağlamadan durayım her gece duvarlara yaslanıp? Nasıl tüm polis sirenleri seni bulmak için çalmasın caddelerde? Nasıl dedektifler aramasın metropol şehirlerde? Ben seni nerelerde yitirdim ki yoksun, ey kaybolan gençliğim! Ey varlığım ve hiçliğim, ey umut kuşum, açlığım! Söyle, hangi dağın zirvesinde dalgalanır büyülenmiş saçların? Hangi ateşleri besliyor kurumuş ağaçların? Hangi cümleleri tutuyor büyülü bağlaçların?
Nerdesin?
Nerdesin ey yokluğuyla beni cehennem ateşlerine sokup sokup çıkaran vefasız Nemrut? Nerdesin ey karanlık gece, aydınlık sabah, son umut? Nerdesin kesilen nefesim, konuşamayan sesim, gençliğim ve hevesim? Çık artık…
Neden kaçıyorsun gölgelerinin altında kalan bu kurumuş toprağın sevmesinden sevgilim. Ben tenezzül eyleyip ezel kadar uzaktan sırf seni görmek için bu dünyaya gelmişim. Kuyularda Yusuflarla oturup, içimin çöllerinde ağlayan Yakuplar bırakmışım. Senin elif saçlarının her bir telini kirpiklerimle taramış, arınmış bedenini gözyaşımın tuzuyla yıkamışım. Ben Musa gibi gözlerinin denizine yürümüş, İsa gibi gökleri göğsüme bürümüşüm. Senin için İbrahim’le kutsal mekâna dönmüş, Hızır’la “la mekan”da çıldırtan gözlerinin rüyasını görmüşüm.
Söylesene Allah aşkına, neden sensiz ve sessiz yaşamaya mahkûm edildim ben? Ben yaralarım kanarken hayata namütenahi bir karın boşluğunda prangalı doğmuş, cezbeye tutulmuş gibi bir yitişle sevmemiş miydim? Bir intiharın kanlı bahçelerinde asırlık çınarlara beyaz tüller bağlayıp içimin çığlıklarını martı sesleriyle boğmamış mıydım?
Söyle şimdi, senin vefasız gözlerine aşkımı kanıtlamak için kaç bin yıl daha kendimi boğmalıyım? Kaç gece daha mahzenlerde boynuma geçirilen zincirleri terimle yoğurmalıyım? Kaç sene daha içime düşesin diye derin ve beyaz bir kuyu olarak yollarda kalmalıyım, sevgili?
Ah boynu bükük, elleri kınalı, süt beyaz güvercinim! Hiç inanmadığım hâlde kayan yıldızlar akarken dilekler tuttum sana. Falcılara seni sordum yerini söyler diye. Geçerken bakışlarını unutmuşsundur diye dergâhlarda aradım gözlerini ben senin. Bilgelerin ardından yürüdüm günlerce, mabetleri ziyaret ettim, secde izlerine yöneldim. Budistlerin manastırlarında on ilkeyi gözleyip, kiliselerde izine rastlar, havralarda kokunu alırım diye çıkarmalar yaptım dervişlerle dağlara, günlerce.
Ah yıldızlara kaçmışsındır diye her gece gökyüzünü gözlerime bağlayıp öyle uyudum. Hasretin bir kriz gibi üzerime çökünce keskin bıçaklarla parçalayıp bağrımı yaralarıma sürdüm merhem bakışlarını ey son umudum.
Oy, yedi bin yıl sonra tam seni bulmuşken, bir kere bile doya doya sarılamadan elimden alınan can kuşum. Oy, bir gecede yoksul ve yorgun bırakılan yokuşum. Oy durmadan boğuluşum, yaz ile kışım, son bakışım.
Üzülme sen, nasıl olsa delirtmiş beni kader, nasıl olsa beni etmiş bin beter, ben ikimizin yerine de ağlarım. Sen serin bir denizde uyutmaya devam et benzersiz bedenini, ben ayrılığın narına atar da kendimi, ikimizin yerine de yanarım.